Şerif Aydemir, “Not Defterimden - 39”

NOT DEFTERİMDEN SÜZÜLENLER-39

......
  
   1975 yılında Tercüman gazetesine bir yazı gönderdim. Rahmetli Ergun Göze, 25 Mayıs 1975 tarihinde kendisine ait “Köşebaşı” sütununu boydan boya bu yazıya ayırdı. Elazığ Ağın’da memurdum. Yazdıklarım mahzurlu görülmüş olacak ki, hakkımda soruşturma açıldı. Ben de iznimi kullanmak üzere İstanbul’a geldim. Ergun Göze’nin, Nuruosmaniye caddesindeki bürosunu buldum. Beni sıcacık karşıladı, yanıbaşına oturttu. Çaylar, limonatalar… Konuşuyor, konuşturuyor… Ama mahcup tavrım bir türlü açılmıyor, ocakta derin işlenmiş bir kere. Ellerim dizlerimin üzerinde, öyle tortop, hecelerin yarısını yutuyorum konuşurken. Kim olduğumu, Fethi Gemuhluoğlu’nun toprağından geldiğimi biliyor.
   Bir ara :
   -Sende Fethi Bey’in hoşlanacağı hâller var, kalk seni ona göndereyim, dedi.
   Telefon açtı. Kendimi Türk Petrol Vakfı’nda buldum.
   Fethi Ağabey’i görür görmez eski bir dostmuş gibi hemen tanıdım. Sadece hemşehrilik bize yetmez, asıl gönül hısımıyız, “benî muhabbet” kabilesindeniz. 
   Manâları aynı olanlar karşılaşınca hızla birbirlerine yaklaşırlarmış.

      Aşk ezeli bir tanışıklıktır
      Doğmadan önce başlamışlıktır

   Hz. Mevlânâ ne güzel söyler: Bir insanın alnına bütün bir insanlığın fihristi çakılıdır. Kimi insanlar da bütün servetlerini yüzlerinde gezdirirler.
   Fethi Ağabey’in yüzünde ne çok şiir, hikâye, nükte ve ne çok türkü bekleşiyordu… Söylenmiş ve söylenmemiş demet demet söz asılıydı parlak simasında. Hiç konuşmadan, konuşamadan biraz da kaçamak bakışlarla onun yuvarlak ve ışıltılı çehresinde oynaşan huzmeleri takibe koyulmuştum.
   Ömrümde sadece iki kişinin karşısında tutulup kalmıştım. Biri Mehmet Akif Ersoy’un yakın dostu ve sırdaşı Eşref Edip Bey, diğeri de Fethi Gemuhluoğlu idi. Dedikleri doğruydu, Fethi Ağabey kısa zamanda karşısındakinin bakışlarını avuçlarında topluyor, duygulara hâkimiyet kuruyordu âdeta.        Kelimeleri asildi. Taze ve insanın içini göğertecek kadar diriydi. Kelimelerin de kalp taşıdığını o gün fark ettim.
   O gün orada, kısa bir zaman dilimi içinde ve sükût üzre; dilimin, zihnimin ve niyetimin çeperlerinden ayıklandığını hissediyordum. Ve anlıyordum ki, artık onu hep sevecektim. Onu sevenleri de, onun sevdiklerini de sevecektim.
   İleri yıllarda zamana yayarak Fethi Ağabey’i daha çok tanımak isterken bir satır arasında Ahmed Âmiş Efendi’yi yakaladım, manevi huzuruna vardım. Fatih Sultan’ın baştürbedarı… Gördüm ki, gönül kablosu onun trafosuna bağlı.
   Ahmed Âmiş Efendi’ye biri gelir, oturur yanına. “Ee hadi konuş” der gibi yüzüne bakar. Efendi ses vermez. Gafil adam nasıl dursun?
   -Yahu! Biz geldik iki lâf edesin, sendeki bu sükût ne?
   Ahmed Âmiş Efendi:
   -Evlat der, bizim sükûtumuzdan anlamayan sözümüzden de anlamaz, hadi sana uğurlar ola!
   Ortalıkta ham ervah mı yok? Onlardan biri de Sivaslı İsmail Hakkı Toprak’a yanaşır. İsmail Hakkı da hoşmeşrep, gönül pası silinmiş bir feyz saçıcı… 
   -Hoca hoca! Diğer hocaların uzun sakalları var, senin yok?
   -Var evladım var da sen göremiyorsun, biz içe doğru uzatıyoruz.
   Fethi Ağabey sükûtta demlenmesini bilen ve sakalını içe doğru uzatandı. Bir dışardan bir içerden adam olunur, mahşerde içler dış, dışlar iç olacak diyordu. İnsanı içinden yokluyordu, insanın içinden tutuyordu. 
   Neyse, ben o kısa zaman aralığında alacağımı almıştım. Hüsnükabul gördüm mü, yoksa göze tutulmadım mı bilemedim ama içimde anlamlandıramadığım bir neşve halkalanıyordu. Zihni karmaşadan kurtulmuştum. 
   Gitmek için izin istedim.  O ise yanıma bir sandalye çekip oturdu.
   -Sıkıldın biraz, farkındayım. Ama seni gönderenler sana söylemiş olmalılar, bu kapıdan giren herkese sorduğumu sana niçin sormadım diye merak etmiyor musun? (Fethi Ağabey yanına gelen ve burs isteyen gençlere hiç âşık oldun mu diye sorarmış. Sınav sorusu.)
   -Yok, dedim, merak etmiyorum!
   -Niye?
   Ne olduysa, birden göğsümdeki buz çözülüverdi. Dilim yeşerdi.
   -Çünkü o soruyu yıllar önce bana Arapgirli Âşık Fehmi Gür sordu.
   -Tanırsın öyle mi Fehmi Gür’ü?
   -Tanırım. Babamdan büyüktür ama benim gönüldaşımdır.
   -Hele anlat, dedi.
   Fehmi Gür nasıl anlatılır? Nereden başlasam? Desem ki, sizin Arapgir’de kalan tilmiziniz, yakışık alır mıydı? Hem Fehmi Gür daha çok Âşık Veysel’e benziyordu. Fotoğrafı, şiiri, lirizmi… Onun da çiçek hastalığından gözü kapanmıştı. O da rûşendildi, gönül gözü açık. Sazı yoktu ama sesi gür çıkıyordu. Destan yazıyor, oğlunun elinden tutup köy köy satıyordu.
   Bizim tarafa gelmişti. 10-11 yaşının masumiyeti var üzerimde. Yanına vardım.
   -Fehmi Amca! Ben de şiir yazıyorum, dedim.
   -Ya öyle mi diye sevindi. Peki; fikrin nicedir, kime yazıyorsun? 
   -İsmet Paşa’ya, Fenerbahçe’ye, bir de meri kekliğim var, ona…
   -Aferin. İyi hoş da onlar ilerde sana şiir yazdırmazlar. Sen bir yavuklu bul.
   Ayrılıp gitti Fehmi Gür. Bir iki gün içimde dolandı durdu, yavuklu neydi, nerde satılırdı?
   Babama sordum, kızdı:
   -Âşık Fehmi buradaydı, yoksa o mu öğretti sana?
   Bir kış bir yaz geldi geçti. Değirmenlere unluklar götürüldüğü mevsimdi, Fehmi Gür’ü Koru(Tepte) köyünde gördüm.
   -Fehmi Amca! diye yanına koştum.
   Sesimden tanıdı beni:
   -Şerefettin sen misin?
   -Yavuklu buldum, diye müjdeledim.
   -Demek gözü çapaklının biri gönlüne çentik attı öyle mi?
   -Hee…
   -Sevdan hayırlı olsun! Derdini hoş tut olur mu?
   O yaşlarda, hele köylük yerde çocuk meyli çayır otu gibidir, bir günde serpilir. Minik kalbi yerinde duramaz, küp küp atar, kabını zorlar. Her ne kadar bizim rahmetli Teslim Budak;

      Bir kere gülmeyinen  yâr mı sayılır
      Gecesi gündüzü bir olmayınca

diye türkü çığırsa da, yok yok yarım gülüş bile yeter. Bir çalımla yere topuk vuruşu, bir göz süzüşü, hele çiçeğe yeni binmiş bir dala narince el uzatışı… Taze yürek bu, canı ne ki, erir gider ince sular gibi ardından. Gönlüne ürperti düşmesin bir kere, artık göze uyku mu yakışır? 
   Fehmi Amca’ya neyi ne kadar anlatabilirim ki? O, hâlden anlar elbet. Kuru ve uzun parmakları şefkatle saçlarımda geziniyor:
   -Dinle bak Şerefettin! Bu şiirimi sana hediye ediyorum, unutma, diye inledi. Sonra, terli ırgat önüne ekmek çıkını açar gibi gönlüme söz açtı o gün Fehmi Gür:

    Zamanı gelmezse güller derilmez
     Çalışmazsan bir maksuda varılmaz
     Sürme çekme ile işler görülmez
     Anadan bir karakaş olmayınca

   Ben bunları anlatırken Fethi Ağabey’in de o derin nazarı biteviye üstümde geziniyor ve her tavrıyla iç dünyamı yeniden yeniden kuşatıyordu. Kuvvetlice hissediyordum. Yerinden kalktı, usulca masasına geçti. Ayakta, bir elinin başparmağı yeleğinin cebinde, muzipçe ama tatlı tatlı gülümsüyor:
   -Peki, o kıza söyledin mi?
   -Yok. Nasıl söylenir ki? Hiç bilmedi.
   -Sonra?
    -Sonrası yok. Küçük kıpırtıların ne hükmü olur, unutuldu zamanla. Herkes yoluna gitti. Ama…
   -Evet, ama?..
   -Yüreğe ilk ürpertiyi düşüren geçip gitse de, unutulsa da o ürperti ebediyen terk etmiyor insanı. Gömüldü kaldı dediğin yerden başını uzatıyor, esrik bir vakitte taş kırığı gibi gelip dizimize saplanıyor.
   Fethi Ağabey celâllendi bu defa:
   -Hadi kalk, kalk da git! Sen öğüdünü yuvada almışsın!
   Tam kapıdan çıkarken hiç unutamadığım ve ondan kalan en aziz hatıra olarak sakladığım bir sözü gümüş çivi gibi zihnime çaktı:
   -Sakın aş adamı olma, aşk adamı ol!
   Oradan hızla uzaklaşıp gürültülü yollara düşürdüm adımlarımı. Kalabalıklara karışınca kurtulacağımı sandım. 
   Şimdi şimdi anlıyorum; aşk duygusu taşımak başka, aşk adamı olmak daha başkaymış meğer. Bizim nefesimiz yetmedi uzun koşulara. Zira şairin kavlince her aşk bir Mecnun büyütmüyormuş…

      Döner mi kavlinden sıdkı sadıklar
      Dost ile dost olur bağrı yanıklar
      Aşk kaydına geçti bunca âşıklar
      Sümmanî’yi derkenâra yazdılar.

   Öyle oldu, bizi de tutup uçlarda bir kenara yazdılar. Umura aldığımız yok; biliyorum ki, bir çift göz için sözü olmayanın bu koca âlem için de sözü yoktur.
   Hak Çalap’tan umudumuzu kırmayız. 
   Narmanlı âşığımız, o söz sultanımız bir bulutlu gündü, gelip gönlümüzü hoş eylemişti : 

      Herkesin ahrete var bir hediyesi
      Bu sefil Sümmanî de sazınan gider.