(Türk Edebiyatı, Eylül 2023)
Bize “Memlekette kızılacak değil acınacak adam var” sözünü miras bırakan Abdullah Kucur Beyefendiyi rahmetle anarak…
Bu yazı bir eleştiri yazısı, eleştiriye cevap yazısı mı olmalıdır? Becerebilir miyim ki? Sanmıyorum. Eleştiri yazısı yazamam. Tek tedrisatını nefsinin elinden gözünü körleştirme, kulaklarını sağırlaştırma, benciğini kabartma olarak yapanlara neyi gösterip neyi anlatabilirsiniz? Büyük bir ahlaki erozyon yaşanırken tüm yeryüzünde, sağından soluna, yukarıdan aşağıya edebiyat mevzi, itibar kaybederken saçı sakalı ağarmış, dökülmüş insanların küçük toptancı akılları ile kurdukları dayanaksız cümlelerine ne cevap yazılabilir ki? Mahalle yanarken, yangın yerinden ateş çalıp sevmediklerinin evlerine atmaya çalışana ne denir. Bu ülkenin eli kalem tutanları oturup ağlamalı, duaya durmalı, kaleme sarılıp feryat etmeli değil mi? Varsa kaleminin, ağızlarının iffeti, oturup ölmüşlerin dedikodusunu yapmak, haklarını, itibarlarını gasp etmek, her önüne gelene çoğu haram olan zanlarını derin müfekkire olarak pazarlamak hizipçilik aşılamak yerine, karınca misali de olsa yangını söndürmeye koşmalı değil midir?
Bunlarla hangi ilkede mutabık kalabiliriz ki? Atalar sözüdür ki “Ölülerinizi hayırla yâd edin” hadis-i şerifinden mülhem “Ölünün arkasından kötü konuşulmaz” der. Gıybet etmek, edebiyat yapmak değildir, hele fikir hiç değildir. Olsa olsa “ölü eti yemek”tir. Ölülerle nasıl helalleşilir? Bu ülkenin mürekkep yalamamışında bu irfanî seviye var, o mürekkep şimdilerde nasıl bir şey oldu ise, yalayanda irfanın zerresinin tozu olmuyor. “Yalan, iftira” büyük ayıp, (tüm dinler, tüm töreler dahil) birinin demediğini “demiş gibi” yapmak, dediğini şerh ediyor gibi yaparak, anlamını söyleyenin söylediğinin dışına çıkarmak, ilmî bir gayret değil ifsat ameliyesidir. Bu leşin döşünü daha da deşip, tek tek hangi tarladan haram yemiş, hangi leşle beslenmiş dökmek isterdim ancak atalarımdan kalan tek miras olan edebi zâyi edemem. Yazamam eleştiri yazısı, İmam Gazali’nin “Münâzara’nın Âfetleri” bahsi hala aklımda yapamam, yazamam.
“Daha neler mi aklıma geliyor?” derseniz, Necip Fazıl’ın Fikir Sakası dediği Fethi Gemuhluoğlu’nun sözleri:
“Kan dökücü olmayın. Maktûl olun, katil olmayın. Mazlûm olun, zâlim olmayın. Size kassâb olmak, sayyâd olmak, dellâk ve dellâl olmak yakışmaz. Dellâkler, vücudumuzdaki kiri önümüze koyarlar, Allah’ın Settârü’l-Uyûb vasfını rencîde ederler. Dellâller, iki kişinin mâbeyninde bir kişiyi iltizâm etmek durumunda kalırlar. Dellâl olmayın, dellâk olmayın, kassâb olmayın, sayyâd-ı bî-insâf olmayın.”
Ah Fethi Bey ah, tam vuracakken elimi tutuyorsun.
Kimi zaman yaşam sevincimi yitiriyorum, yazının gücünden şüpheye düşüyorum. Çünkü bir kardeşlik içerisinde “hakkı ve sabrı” tavsiye etmekten uzaklaşıyoruz. “Eşitini görünce gözleri ışıyan”, içini berrak tutup o berraklığı mürekkep bilip yazanlar azalıyor. Ne ki aklıma “kaleme yemin” geliyor ve sözleri gene Fethi Bey’in.
“Türkiye’deki yanlışlık tenkid fikrinden başlıyor. Yanlışlık dost olmamak, fikre dost olmamak… İnsana dost olmak, fikre dost olmak, coğrafyaya dost olmak, tarihe dost olmak, kendi vücûduna dost olmak, komşuya dost olmak, gibi kademe kademe, ama entegre bir bütün içinde bütün dostluklar söylenmeye mecbûrdur. Bütün dostluklar söylenmelidir. Ama fikre dost olmak, İslâm’da tenkidi mümkün kılmıyor. Tenkid İslam’da yok. İslâm, Mübelliğ-i Hakîkî’ye imtisâlen -ki Mübelliğ-i Hakîkî Peygamberlerin Peygamberi, Peygamberlerin İmâmı olan, Levlâke Sırrının Mazharı olan Zât-ı Akdes’dir- tenkid yok; ama O’nun tebliği var. İslâm onun için tenkid üzere değildir; İslâm tebliğ üzeredir. Biz şimdiye kadar… Bizim son zamanlarda çektiğimiz, tenkid ile vakit geçirmiş olmamızdandır. Meseleyi bir disiplin üzere, meseleyi bir nizâm üzere ortaya koymuş olamamanın hicâbıdır bu. Meseleyi bu şekilde va’z etseydik… Tenkid ile vakit geçireceğimiz yerde tebliğ vazifesini yüklenseydik, o zaman dünya, ki yaşama sevincini yitirmemek gerekir…”
Ah Fethi Bey, fikirlerin dostu Fethi Bey, elinde kapkacak ne varsa oraya buraya yangını söndürmek için koşup durmuş. Hepsi “bir mübarek vakit”e varmak, İslam’ın sadâsını duyurmak için. İnsan ve fikir sarrafıydı. Her fikri, her insanı, tek tek kendi öz cevherinin icabı, icbarı ile parlatmaktı. Parlattığı bu mücevherler tek bir eserde bütünlensin, vücut bulsun istiyordu. Bir kılıç, bir zülfikâr yapmak istiyordu. Bu millet düştüğü yerden bu kılıca tutunarak doğrulsun, bu kılıç gökyüzünde parıldasın, insanları boğan zincirleri kırsın... Bunun için her insan da bir tutacak yer bulup tutuyor, öz cevherini uyandırmaya çalışıyordu.
Kimler yoktu ki o insanların arasında. Sağdan sola tüm memleket hepsinden ayrı ayrı içtima alır “hakkı, sabrı” telkinde bulunuyordu. Eğer biri yörüngesini kaybedecek gibi ise ona yörüngesini hatırlatıyordu. Genç edebiyatçılara, edebiyat dergicilerine şunu yazmış. Bir hatırlatma, bir edep talimi ve izlemelerin gereken yol olarak. "Yorgun argın, melûl, mahzûn olduğum bu göçük günlerimde bana umut ve yaşama sevinci verdiniz. Sizleri, Sezai Karakoç'u ince ve asil bir vefa duygusu ile andığınız için ayrıca kutlamak istiyorum. Sezai, son devirde kendine özgü değil, cümle için mürtefi bir noktadır, doruktur, yeniden dirilmedir, kıyamdır, davettir ve davete icabettir. Sahabe ahlakı üzeredir. Şiirin bu ebedi ustasını Eyüp Onart'ın kaleminden saygı ile anmanız beni sizlere müteşekkir ve minnettar kılmıştır. Süfli ve eciş bücüş, içleri karanlık, göz pınarları kurumuş vecd ve şevkten mahrum, mutsuz edebiyat komisyoncularının elinden şiiri kurtarınız. Siz yüz akı canları, siz genç dostlarımı sevgi ve saygı ile anıyorum. Bu dergi ile meşguliyetinizin sizlerin, sizlere mahsus bir tarz-ı ibadet olduğunu tebşir ederim." (Yeni Sanat Dergisi-Nisan 1974)
Fethi Gemuhluoğlu kırk sene söz orucu, yirmi yirmibeş sene de yazı orucu tuttu, okur-yazar değildi, insanı okudu insana yazdı, bir veda gibi sözler söyledi. “Hâl sârîdir” buyruldu ya ondan şevk, cezbe ve aşk sârî oldu. İşte bu yüzden eleştiri yazısı yazamam; şevk, cezbe ve aşkı zevk etmek, meşk etmek varken yazamam, uğraşamam, beceremem…
Bir örnek üzerinden de somutlayacak olursak; Mehmet Erdoğan, Fethi Gemuhluoğlu’nu “Huma Kuşu” diyerek tebcil ettiği Ahmet Kabaklı merhumun kurduğu Türk Edebiyatı Dergisi’nde Sezai Karakoç üzerinden Said Nursi’den Fethi Gemuhluoğlu’na, Nuri Pakdil’den Rasim Özdenören’e insafsız avcı gibi yaylım ateşi açmış, merhum Karakoç’un -sanki- söyleyemediklerini söyleyerek ortaya saçmalığın ve bîedebâneliğin anıtını dikmiş, neresinden tutarsanız tutunuz mesnetsiz yargılara girişmişse ne yapabilirsiniz? Dahası, yazdıklarıyla en başta merhum Sezai Bey’e en hafifinden saygısızlığına karşı hangi kelimeleri istihdam edebilir siniz? Tek tek tüm cevaplarını hayatın ve yakın tarihin verdiği bu “infaz”ın saçmalığıyla nasıl baş edebilirsiniz? “Nazar fark edecek mertebeden âlâ” olanı, nazarları egosuna gömülmüş olanlara nasıl anlatabilirsiniz? Anlatamazsınız. Onun içindir ki yazamam eleştiri yazısı.
Eleştiri yazısı yazamamamı borçlu olduğum, bağımsızlığı ve özgürlüğü haykırmayı, Hakk’a tapan halkım için feryat etmenin kutsiyetini öğreten Mehmet Akif’e; büyük bir ülkü kurmanın, irfan sahasında dolaşmanın neşesini talim ettiren Necip Fazıl’a; meselenin medeniyet meselesi “özülkeye” seyir meselesi olduğunu öğreten Sezai Karakoç’a; beni Fethi Gemuhluoğlu ile tanıştıran ilkeler üzerinden bağlanmanın, adanmanın, medeniyetimizin sınırlarını şiirden düzyazıya taşımamız gerektiğini öğreten Nuri Pakdil’e şükranlarımı sunuyorum. Ve bu noktada buluştuklarıma.
Evet, evet kesinlikle eleştiri yazısı yazamam, çünkü “Hiç aşktan özge şey revâ mı / Sarf etmege gevher-i kelâmı”. Gerisi “kıyl ü kâl”.